Saliva

mutsuzluğun ziyaret etmeyi sevdiği mekânlar

banyo: bir sinema klişesi bu, bayağı da doğru olanlarından biri bence. sıcak su üstünden akıp giderken banyodaki ayna gibi aklın da buğulanır, düşüncelerin nemlenir, ağlayasın gelir.

kahvaltı masası: mutsuzluk hayvanının en acımasız ziyaretleri niyeyse daima yemek sırasında olur, özellikle de kahvaltıda. lokmaları yutamazsın çünkü kelimeler vardır boğazında, yolu tıkıyordur. ama konuşamazsın çünkü güzel bi şeydir kahvaltı, konuşursan mahvedersin, mahvetmek istemezsin, kimse mahvetmeni istemez.. yemeyerek yeterince ayıpsın. büzüşüp kal öyle orada.

balkon: akşamsa, şehir istanbul'sa, her yer ışıksa, arabaysa, insansa ve sen balkonda oksijen avındaysan.. birden gözler, kulaklar, ruh kamaşır. ne içeri girebilirsin, ne dışarı uçabilirsin. sıkışıp kaldığın bu yeri mutsuzluk kaplar, oksijen biter.

ayna karşısı: favori mutsuzluğum. anlatmaya gerek bile yok, rutin, gündelik, olağan.

yol: taksinin arka koltuğunda, şoförün paslarını dışarı atıp yol manzarasıyla baş başa kaldığında, tek başına otlayan sıska bir at görürsün, havalanan bir poşet, refuja yerleşmiş bir ayyaş, vanının penceresinden kültablasını boşaltan bir salak, belki de timsaha benzeyen bir bulut.. fark etmez... mutsuzluk gelir bunlardan biriyle.

bir de mutsuzluğundan o kadar da emin olamadığım bir şey var. mtv açıksa ve mustafa sandal varsa.. herhangi bir şarkısı, herhangi bir klibi.. izliyorsun ya hani bi de.. işte çok zavallı bir an o.

Mum

ben bu alıntıyı sözlükte okudum. keşke doğrudan oruç aruoba'dan okusaydım, bugün bir anda karşıma çıksaydı ve.. bilmiyorum ne değişirdi...

"bir mum yaktığında, bir süreç başlatırsın - ama yürüyüşü senin elinde olmayan bir süreçtir bu; artık, kendi oluşma biçimini izleyecek, senin elinde olmadan da, zaman içinde, varması gereken noktaya varacaktır.

mum, önce, bir noktaya kadar, kendi doluluğu içinde, güçlü güçlü yanar; ama yanışında belirli dengesizlikler oluşunca (ki, kaçınılmazca oluşur bunlar), çeperini delip, eriyik maddesini dışarı akıtıp, fitilini yakıp küçülterek, söneyazar - önlem düşünürsün: alır, kenarlarını düzeltir, bir madeni kutunun kabını ters çevirip, içine koyarsın - ama, boşunadır bu da : çünkü kendi süreci içerisinde oluşturduğu dengesizlikler sürmektedir - çeperleri tam düz değildir; içine koyduğun kabın belirli bir eğimi vardır - gene, akar dışarı, eriyik madde: kabın içinde yayılır; kap ısınır; dibine varmış fitil, artık, her türlü biçimini yitirmiş maddenin son kalıntıları içinde, ucu ucuna, yanıyordur - sönmesi yakın ve kaçınılmazdır.

şimdi yapabileceğin tek şey, kap içinde kalmış eriyik maddeyi bir kenarında biraraya getirip, muma benzer bir biçime sokarak, dibine dayanmış fitile biraz daha süre tanımaktır - ama artık bilerek: mumun, sönecektir.

elinden birşey gelmez - hep müdahele edersin; dersin, şöyle, suraya toplasam - şöyle, şu biçime soksam; şöyle, bir köşede, sürebileceği bir konum bulsam - şöyle... - boşunadır: madde tükenmeğe yüz tutmuş; güdük fitil de, dibine dayanmıştır.

ama sönmez bir türlü: fitil yok denecek kadar kısa; maddesi de, dikkatle belirli bir açıda tuttuğun kabın bir köşesinde, ancak küçük bir oyuk olarak kalmış; oysa alevi, eski canlılığından -sanki- hiçbir şey yitirmememiştir.

sönmez bir türlü - sen de, sonunda, gücünü toplayabildiğin bir anda, kendin üfleyip söndürürsün onu: mumun söner."

Bi lokma yazı

yokluğun çok karşılığı var sözlüğümde ama yoksulluk? sözcüklerimi üstüne serpmek istemeyeceğim, gerçekliğini romantik kelamlarla yumuşatmaya yanaşmayacağım bir sertliği var yoksulluğun. öyle de kalmalı akıllarda. bilmelisiniz. tepenizde akbabaları görmeniz gerekmiyor, bu dünyanın bir yerlerinde açlığın öldürdüğünü unutmamalısınız… bir blogunuz varsa, en azından bir lokma yazıyla katkıda bulunup, diğerlerine de hatırlatmalısınız. bu kadarcığını yaptığınız için asla gururlanmadan, elinizden başka ne geleceğini düşünerek…

ewr

sonbahar hiç bu kadar gürültülü gelmemişti sanki daha önce.. hiç bu kadar ışıklı, elektrikli, görkemli olmamıştı ilk yağmurlar. öldürecek kadar ileri gitmiş miydi eylül yağmuru hiç? hiç hatırlamıyorum. eylülün aklımdaki ince, güçsüz, soluk kadın görüntüsünü de bulanıklaştıran bir yağmur bu.. ya da intikam serin ve ıslak yenen bir yemek.

yağmur kadar rüzgâr da hiddetli. hani bir şehrin hakim rüzgârı o şehrin insanlarının ruh halini benzer şekilde etkiler, bu da yetmez, şehrin karakterini belirler diye bir geyik var (inanmadığımdan değil, bazı geyikler gayet de gerçek ve hatta güzel gözlü). poyraz ayrı bir hava üfler ruha, lodos ayrı. işte bu geyiği yapanlar derler ki istanbul'da tek bir hakim rüzgâr olmadığı için insanları da şehrin kendisi kadar karmaşıktır, şaşırtıcıdır, kişilikler bölük pörçüktür. aynı anda hem mutlu hem depresif olabilir, birkaç rüzgâr arasında kalıp afallayabilir, bir rüzgârla yelkenlerini şişirip yola devam ederken, diğeriyle alabora olabilir insan bu şehirde.

şehir şimdi bütün gücüyle esen rüzgârların etkisindeyken benim de biraz karışık, biraz ağlamaklı, güçsüz ama patlamaya meyilli olmam anlaşılır bir şeydir herhalde, böyle anlamak istediğim sürece. hem yağmurla ıslatıldığı için bu rüzgârları daha da ciddiye alabilir, tüm yükümü onların kanatlarına yığabilirim. fizikle bile çelişmemiş olurum şüphesiz.


*: o kadar garanti bir başlıktı ki utandım "emotional weather report" yazmaya.. kısaltması en azından saçma oldu.

Yarı Uyanık

"zamanı gelmişti" diye düşünüyordu. parmakları titriyor, siyahtan başka renge yer olmayan o sokakta üstündeki ıslak, kara lekeli paltoya bakıyordu, görmeden. ne tuhaftı, tek bildiği zamanın geldiğiydi, o sadece itaat etmişti.

bir duvar vardı, bir böcek-insan, bir bıçak ve bir kâbus... hepsini birden görmek, her birinin kokusunu ve aciz bırakan gücünü algılamak ve zamanın ne toprağa ne denize ne de göklere benzeyen sonsuzluğunu, sonsuzluğun hükmünü dinlemek fazla gelmişti işte. sokuvermişti bıçağı. kâbusa, böcek-insana ve duvara veda etmişti ama.. ama işte bıçak hâlâ elindeydi ve paltosunda kara lekeler vardı. uyandığında ruhundaki ışığı, ışığın altında kırmızı lekeleri, lekelerin kokusunda kendine nefretini gördü.

ölmüştü ama uyanıktı. aslolan da buydu...

Söyleyecek Çok Şey Var!

Biliyorum, söyleyecek çok şey var fakat yazacak çok az şeye sahibiz. Yıllar önceden aklımıza neler kalıyor ki?

Konuştuklarınızı % kaçını hatırlıyorsunuz?
Duyduklarınızın % kaçını hatırlıyorsunuz?
Gördüklerinizin % kaçını hatırlıyorsunuz?

Yazacak bu kadar az şeyimizin olduğuna inanmazdım. Ama hata bizde belki de unutmadan konuştuklarımızı, duyduklarımızı ve gördüklerimizi blogumuza geçirmemiz lazım. Bloglarla yaşadıklarımızı ve kendimizi anlatıyoruz. Belki de yıllar sonra bizi okuyacakları bir yer olacak. Kesinlikle yazdıklarınızı bir yere not edin. Çünkü her blog servisi gün gelecek kapanacak ve bu kadar emek yok olacak düşünebiliyor musunuz? Belki de kıyamet teorileri uyduruyorum. Ama bana soracak olursanız blog takip etmeyi çok seviyorum. Okumayı haberler edinmeyi ve öğrenmeyi kendini geliştirmeyi belki de seviyorum...(Blog yazarı sandalyesinden düşer)

castro volver amar

Harika bir şarkı buldum. Dinleminizi tavsiye ederim. Bu şarkıyı bulmama sebeb olan Melisa'ya çok teşekür ederim. Dinleyin çok harika bir şarkı kesinlikle sizi sizden alacak... Yorumlarınızı beklerim...



Sıradan Bir gün

Göz yaşları kaç çeşittir? Şöyle bi bakacak olursak hüzün ve mutsuzluk, sevinç ve neşe, bilinmeyen.

Mutsuzsundur kötü günler geçiriyorsundur göz yaşı bezleri daha fazla tutamaz kendini salıverir ıslanır göz altı torbaları.

Peki ya mutluyken? Kupa falan almışsındır ya da emek vermişsindir, bunun karşılığında sevinçten dayanamaz ağlarsın ama yüzün güler bi damlası hüzün için akmaz.

Bu ikisi tamam net ama ya üçüncüsü? Bilinmeyen göz yaşı da neymiş, ne işe yararmış, nasıl çıkarmış?

Ben en son bi geçen gün yaşadım bi de bugün yaşamaya yaklaşır oldum. Okulda öğle arasında kız arkadaşımın dizine başını koyduğumda bilmeden, benden habersiz sessizce dökülmeye başladı. Anlatılmaz bir hafifliği oluyor ama anlamıyorum neden oluyor sanırım fazla doluyor ve sirkülasyonu gerekiyor. Tek hissedilen hafiflemiş ve rahatlamışlık hissi. Ve arada bir gerekiyor sanırım.

Bugün ise az önce boş bi otobüste en arkada kapının basamağına oturdum ayakta durmaya halim kalmadığını anladığımda. Aniden gözlerimde ve göğsünde bi baskı hissettim nedenini bilmediğim bir huzursuzluk vardı. Belki de bir kaç günlük farklı farklı duyguların karşımıydı ani bi baskındı bilmiyorum ama yol boyunca gözlerim yukarı bakmaktan yorulmuştu ve sadece bir dizi arıyordu başım...

Otobüsten inip eve geldiğimde toparlanmıştım ama hissettiğim duygularda güzeldi. Arada bir tazelemek lazım sanırım o suyu ne çok akmalı ne de kullanımsızlıktan bayatlamalı.

Giden Günlerim Oldu


giden gunlerim oldu
seni anmadıgım
yola bakmadıgım hala
dile gelmeden
duslerim yalnızlıga
susmanda yeterdi
son vermem icin hayatıma

tum gullerim soldu
sana atmadıgım
taraf olmadıgım asla
dize gelmeden duslerim yalnızlıga
gulmen de yeterdi geri gelmem için hayata

beni alsalar ipe koysalar
dayanamaz yine kadere salsalar
gonlum arıyor titriyorum bak
sıra gelmeden gidemem ki ben
tutmaz ellerim seni gormeden
zaman geciyor bekliyorum bak(x2)

beni alsalar ipe koysalar
hala titriyorum bak
sıra gelmeden gidemem ki ben
hala bekliyorum bak.

Son zamanlarda dinlediğim en şarkılardan biri çok rahatlatıcı ve huzur verici sizi alıp başka yerlere götürüyor. İçinizden birşeyler alıyor.Hani gönlünüzden birşey kopar ya aynen öyle birşey bu belki de bu şarkı bütün insanların içindeki ortak bir duyguyu hareketlendiriyor. Paraya kıyın ve orjinal albümünü edinin.

Twitter Ne İşe Yarar?( Çok şeye)



Facebook'u faydasız bulup kapatmakla birlikte daha faydalı bir sosyalleşme sitesi aramaya başladım. Aslında aramadım, şans eseri buldum. Msn gibi boğucu olmamalıydı (kişisel kötü anılar), Facebook gibi vakit öldürücü olmamalıydı, sadece arkadaşlarımla iletişim kurmama izin vermeliydi. (Bu konuda hala bloglar bitanemdir, canparemdir.)

Ama arkadaşlarımın, hayatını merak ettiğim insanların büyük kısmı bloglarını uzun aralıklarla güncelliyorlar. Çok azı kişisel günlük olarak kullanıyor. Bunun sebebi de, blogun uzun yazı olanağı vermesi... (Üşenmek Tongue) Anlık olaylar için ise Facebook durum iletisini (şu anda ne düşünüyorsun hedesi) ya da msn durum iletisi kullanılıyor.

Twitter çözebildiğim kadarı ile sadece durum iletisinden ibaret. Foto eklemek yok, dolayısıyla onlara yapılacak yorum yok, komik video yok, "hangi hedesiniz?" testleri yok, eklediğiniz kişilerin kaçının fotolarınıza baktığını bildiren eklentiler ya da bu amaçla açılmış videolar yok. Kişisel tek şey iletileriniz ve onlar da 140 karakterden ibaret. SMS ile tüm arkadaşlarınıza aynı anda "Akşama sinemaya gideceğim, katılmak isteyen?" yazabilmek gibi... Tek kötü tarafı, dileyen herkesin sizi takip edebilmesine izin vermeniz ancak kişisel tek şey iletileriniz olunca, bu çok büyük bir sorun olmuyor.

Henüz keşfedilmemiş, bu açıdan oldukça güzel. Bu daha sömürülmeyeceği anlamına geliyor. Henüz.

Basit İngilizce ile "Twitter ne işe yarar?" videosu.
http://www.youtube.com/watch?v=ddO9idmax0o

Son söz. Gereksiz mi? Belki. Zaman kaybı mı? Olabilir. "Bana ne arkadaşımın o saniye ne yaptığından?!" diye mi düşünüyorsunuz? Bu da bir ihtimal. Ancak şimdilik, alternatifleri arasında en iyisi. Komik video yok diyorum, daha ne diyeyim! xD

Diline Sahip Ol

Bugün Türkçe son derece yoğun bir biçimde baltalanıyor. Evet özellikle forum jargonlarında vs çok yoğun ingilizce var. Yanlış anlama okuyan güzel insan burda lüzumsuz milliyetilik yapmıyorum. Ama sen eğer ileti, gönderi yerine post kullanırsan benim zoruma gider bu.

Oktay Sinanoğlu'nun "Bye-bye Türkçe" isimli kitabını okuyorum. Gerçekten adam çok güzel bi şekilde anlatıyo. Türkçe adına çeşitli çaılşmalar yapmış, yaptırmış bir insan. Kendisi hakkında ben bilgi vermiycem isteyen arar bulur wikipediadan. Ayrıca benimde fikrim şudur ki liseyi üniversiteyi İngilizce okumak Türkçe'ye hakarettir. Türkçe çok daha üstün çok daha kolay kelime türetilen bir dil olmasına rağmen günümüzde birçok kelime İngilizce kullanılmaktadır. Kitapta anlatılanlara göre Türkiyeye bu sistemi getiren adam 1-2 yıl sonra İngiltere Kraliçe'si tarafından kutlanır ve "sör" ünvanı verilir. Bu tamamen bize yapılan bir saldırıdır. Paranoyaklık mı, gerçek mi bilemiyorum fakat bu sistemin aklı başında başka hiçbir ülkede olmaması gerçek olma ihtimalını güçlendiriyor.

Japonlar internet'e internet demiyolar. Ne dediklerini kitapta yazıyodu fakat aramak istemedim. İnternetten baktım fakat bulamadım. Neyse zaten önemli olan adamların dillerine sahip çıkmaları. Bizde örütbağ, genel ağ deniyor fakat sahip çıkan kimse yok.Bazı dil bilimciler Türkçe'nin şu anki halinin normal olduğunu elbette dilden dile sözcük geçişinini olacağını söylüyolardı. Fakat 90 yaşındaki dedemin 7 yaşındaki kardeşimle konuştuğunda kardeşimin bazı kelimeleri anlamaması, beni gerçekten sıkıntılandırdı. O. Sinanoğlu'nun varsayımı şudur ki böyle giderse yakında baba ve oğul birbirlerini anlayamayacak.

Kısaca bir an önce devlet tarafından önlemler alınmalı ve internet kullanan biz gençler daha bilinçlenmeliyiz. Benim bulunduğum ortamlarda türkçe son derece düzgün kullanılıyor. Özellikle noktalama işaretleri, büyük küçük harf vs. son derece düzgün kullanılıyor fakat "Naßér Naßhıyh0shuN" şeklinde kullananlar da var.

Unutmayalım ki dili kurutulmuş, unutturulmuş bir toplumun kültürü de daha fazla var olamaz. Benliğimizi unutmamak için Türkçe'ye sahip çıkalım.

Son olarak Sayın Oktay Sinanoğlu gibi bitirmek istiyorum.

Neredesiniz Atatürk'ün güvendiği öğretmenler?
Neredesiniz kendilerine emanet bırakılmış gençlik?
Neredesiniz kimliğini korumak isteyen inanç sahibi gönül ehli?
Neredesiniz sömürgeciliğe karşıyız diyen solcu gençler?
Neredesiniz Türkçüler, milliyetçiler?
Neredesiniz aydınlar, profesörler, gazeteciler?
Neredesiniz eğitimciler?

Zzzz...

Eğer okunup okunmadığıma dair bana hiçbir yorum gelmiyorsa o zaman istediğim zaman istediğim dili kullanabilirim sanırım.

Kötüye gidiyorum. Geçen gün Aşırı Doz Yanılsama'ya yazdığım yazıyı kopyalayayım:

Geçenlerde cesaret kavramı üzerinde düşünürken şunun farkına vardım: Zayıflıklarımı göstermekten çekinmem, kibirli/gururlu bir hareketten ziyade, zayıf görünmeye karşı beslediğim bir korkunun sonucu. Zayıf olmanın kendisinden bile korkmuyordum zayıflığımın görünmesinden korktuğum kadar. Hatta belki bu yazıyı İngilizce yazmamamın sebebi bile sadece bu karışık cümleleri çevirmeye üşenmem değil?

'Hayattaki problemler' hakkındaki görüşlerden birisi, sorunların birer buzdağı olduğu ve bizim sadece ufak bir kısmını görüyor olduğumuz. Benim için bu geçerli değil, ben suyun altındayım. Sorunlarımın, algıladığımdan çok daha büyük olmadığını biliyorum. Kötü giden şeyleri düzeltmek için imkanlarım var, sadece bu uzun zaman alacak; buzdağı, elinde imkanlar olmayanlar veya imkanları kullanamayanlar için.

Ama söz konusu akıl hastalığı olunca bu sorunu bir çığa benzetiyorum. Ufak, önemsiz bir kartopu yuvarlanıyor ve başka karları devirir. Su damlalarının miktarı bir seli sabit hızla artırırken, bu hız artışı bir çığda ivmeli bir şekilde gerçekleşiyor. Kendimi kötü hissettikçe ya insanlar benden uzak duruyor ya da insanları ben kırıyorum ve onları ben kaçırıyorum. Aylardır kimseyi kırdığımı hatırlamıyorum, ama neden bu kadar yalnızım? Başka 'sağlıklı' insanlar birbirlerini o kadar çok kırarken, küçük düşürürken benim yaptıklarım çok mu fazlaydı?


Aylardır aldığım tedavinin ağırlığı derslerimle ilgilenememe neden oldu, alttan 3 ders almam gerekecek. Bu yaz staj da yapamayacağım, sağlık durumum yüzünden. Ama beni üzen şey başarısızlık değil, hastalığımın hayatımı bu şekillerde etkiliyor olması. Gördüğüm tedavinin ne olduğunu kimseye söylemediğim halde bazen bana hakaret ediliyormuş gibi hissediyorum: "... manyak"!

Akıl hastası olduğum için kaybettiklerimin eksikliği hastalığımı daha da kötüleştiriyor. Hayır... Buna izin vermeyeceğim. İnsanların, arkadaşı olmaktan gurur duyduğu birisiyim, bunu sürdüreceğim.

Açıklamaya Gerek yok

Part 3


Biliyorum bir çıldırış vakası daha beklediniz fakat oyungezer dergimi aldığım için pek birşey beklemeyin. Size part 4 olmayacak demek için bunu belirtmek isterim. Dergimi aldım. Pek birşey olmadı aslında ama rahatladım. Yani herşey ego sorunuydu çözüldü. Merak etmeyin ölmedim karşınızdayım fakat bigeee bizi takip ettikleri listesinden çıkardığı için özellikle ona kırgınız bunu belirtmek isterim. Birde şu dışardan çocukların sesleri gelmese öff şeytan diyor al elektrikli testere...
Anladınız siz onu diye düşünüyorum. Bu aralar pek yazı yazamayacağım hepsini sıraya koyup birden yayılayacağım. İyi tatiller...

Twilight(Çıldırış Part 2)

Çıldırış yazılarımdan sıkılmış olabilirsiniz. Ama bu çıldırış bölümleri galiba testere filmleri gibi uzayacak gidecek. Twilight serisini duymuşsunuzdur. 3 kitabını okumuş biri olarak. Çanakkale'ye gittim. Almak için tabii. Satıcı depoda olduğunu söyleyince beklerim dedim. Fakat adam gidemeyeceğini başka bir zaman gelmem gerektiği söyleyince bütün umutlarım kırıldı. Üzüldüm. Hayır deliriyorum ya da çıldıracam. Bari oyungezer alayım dedim. Yok nasıl bir dergidir kardeşim ayın 10'unda çıkacak. Almam artık dedim. Ama yarın yine bakacam. Lanet olsun bu kadar olmaz. Şafak Vakti kitabını alamam ile birlikte sinir halindeyim. Bu gün parmağımıda kırdım. Galiba yavaş yavaş ölüyorum hasan...Bigeee... Alçılar sinirliyim.100 kişiyi değil 100 kişinin boğazından usturayla kan akıtsam yinede sinirim geçmeyeceğini düşünmekteyim. Gazetelerinin 3.sayfalarında yer alırım.Ne dersin hasan maşet yaparlar mı beni. Ennneeee goyunlar görmeye başladım. Goyuncuklar görüyommm. Ee başka ne oldu? Part 3 e mi bıraksam gerisi. To be counted... Sezon finali yaptım desem Xd. Tamam daha çok espiri bir yana ölüyorum.
Still Alive(Blog yazarı öldü)

Çıldırış

Oyungezer dergisi yokken çıldırmak üzeriyim kaç gündür kendim de saplantı haline getirmiş durumdayım. Her gün araştırıyor çıktı mı çıkmadı mı? Hayatım da takip ettiğim bir sürü dergi vardır. Fakat bu malesef en en geç kalanı oldu. Geliyor gidiyorum yok. Çokta süper bir dergi değil. Fakat mizah anlayışları ve anlam arayışları beni bu dergiyi takip etmemi sağladı. Yakında işşallah çıkar yarında zaten bulamazsan herhalde Level okuyacağım. En azında dağıtım şirketleri adam gibi zamanında her yere dağıtıyorlar. Çıldırıyorum,çıldırmaya devam ediyorum. Kötü yaklaşım yapmayın ya kendimi öldüreceğim ya sizi... Şaka bir yana asabilirim kendimi fakat ip acıtmaz mı boğazımı? Suda boğulmak olmaz insanların çoğu bunu tercih eder fakat su şefkatli bir ana kucağı gibi dursada en acılı ölüm biçimdir. En iyisi tüfek hızlı ve acısız bıçağın tam tersi ama ıssız bir yerde vurmalıyım ki kimsecikler görmesin beni o kadar çok rüya gören fakat bu kadar az yazan ben kendime şaşmaktayım. Neyse yarın size yazacağım...

Neden bu kadar ıssızım galiba sitelerle forumlarla ve dergilerle ilgilenirsen sosyal yaşamımı unutmaya başladım. Söz arkadaşlarıma sırf yarın vakit ayırmaya çalışacağım. Birde şu korkudan anlamayanlardan nefret ediyorum. Korku sitelerine üye olurlar. Çok biliyorlarmış gibi bir kaç yorum yaparlar sonra ise anlamadıkları çoğu konulara yorum yazmazlar salak ve koyun gibi gezinirler. Bilmiyorsan üye olma sadece ziyeretçi gibi izle kardeşim.

Nerdesin Melisa?

NERDESİN MELİSA?

Önsöz

Küçük hikâyelerde önsöz yapılmaz biliyorum farklı tatlar aramak farklar yaratmak istiyorum. Öncelikle bana bu yazarlık kulvarın da tek destek olan Melisa Aydın içindir. O olmasaydı belki de gücüm kalmamış olacaktı. Hayatın kocaman ağzı ve dişleri vardı. Melisa bunu biliyordu büyümüş olsa da biliyordu bunu. İnsanların yaşlandıkça bazı şeyleri göremediğini duyamadığını biliyordu. Vücudu büyüse de o bunu yapacaktı büyümeyecekti. Bunları ölene kadar görecekti ama ölümünün bu kadar yakında olacağını ölümün soğuk rüzgârının ensesinde dolanacağını bilemezdi. Annesi babasından yeni ayrılmış mahkeme de hâkim çocukları annesine vermişti. Ve melisa evet melisa she is fairtale… Peki ya yaşadıkları bir fairtale’mıydı. Fairtale şarkısını dinlerken düşünüyordu yaşadıkları akılını kaçırsa da o bu korkutucu fairtale’ye âşıktı. Bunu sağlayan hayatta en sevdiği kişiydi aslında babasıydı. Babasının Dario Argento sevgisi Dario Argento aşkıyla büyümesine vesile olmuştu. Evet fairtale o adamdı. Ve melisa o fairtale’de yaşamak istiyordu. Babasını özlüyordu belki de ama tek Dario Argento ona yaşama sevgisi veriyordu.

Ve bir gün ormanda kayboldu. Bu tehlikeliydi. Öle bilirdi. En iyi yaralanırdı. Onun hayatta taptığı 3 kişi vardı. Âşık olduğu Dario Argento Gözyaşları annelerinin tanrısı, Kurt ormanların tanrısı, Doğa Ana kaybolanların tanrısı… Peki ya şimdi ona kim yardım edecekti. Bırak beni orman diye Ferhat ederdi. Gideyim babamla yaşayayım o zaman…

Melisa Aydına teşekkürlerimle Mustafa Türkan…

Ve oyun zamanı…

Orman yürüyüşü annesi her cumartesi onları çıkardığı sıkıcı ve yorucu yürüyüş… Annesine göre onlara ders verecek bir yürüyüş aman ne komik… Ayaklarının bileklerini ovalayarak yürüyebiliyordu. Bir de küçük kardeşinin annesiyle dalaşmasını dinliyordu. Çok dik kafalı bir çocuktu kardeşi, lanet olasıca velet kapatmazsa çenesi İngilizce küfür bile edebilirdi. Beni unuttular bile yoldan ayrılıp şu ormanın içindeki kestirmeden gideyim hem biraz kafa dinler hem de onlara hemen yetişirim diye düşünüyordu Melisa. Ve hışımla ormanın içine daldı. Doğa ana ona bakarken ağlamaya başladı gökyüzünden. Melisa bilmiyordu ne kadar büyük bir tehlikenin ve vahşiliğin içine girdiğini birden karanlık çöktü. Ve kurt ormanın tanrısı gülerek yolları değiştirdi. Artık kestirme yoktu. Ve karanlık çöktüğünde bu derinliklerin tam ortasındaydı.

Onu koruyacak bir anne ve babası yoktu. Gözleri kapattığında Dario ona seslendi” Meleklerin meleği Melisa kurtulmak istiyorsan sezgilerinle yönünü bulmalısın, aklınla kendini savunmalısın, cesaretinle kurda karşı koymalısın. Hatırla filmlerimi yatıştır giderek artan kurt korkusunu o hayali senin beyninde o. Kendinle savaşmalısın Melisa. Artık yalnız değilsin” dedi. En ilkel duygularınla Melisa sadece güldü. Ve yürümeye devam etti. Sezgileri onun güvenmesi gereken güçlerinden biriydi. Ama o korkunç bir fairtale‘nin içindeydi. Kendinle konuşmaya devam etti “Herhalde sabaha ölmüş olurum. Bu gerçek değil sadece benim hayal gücüm” Melisa omuzlarındaki ağrıyı hissetmeye başladığında ağaçların içinden ona bakam yüzler gördü. Sert ve ifadesiz yüzler ona “ Ne oldu sert kız” diyordu. Melisa yere dökülen gözyaşlarını bırakarak koşuyordu. Dario onu kucağında taşıyordu. Melisa omzunda ağlayarak “Annemi kardeşimi istiyorum” diyebildiğinde Dario onu yere bıraktı. Melisa kendini yere bıraktı. Bu ağaçlar tekrar burada yolculuk boyunca ona eşlik etmişler. Doğa Ana “ Pes etmemelisin o koca popunu kaldır ve koş kızım koş” dediğinde kurt “Burası senin cehennemin bende zebaninim” diye bağırdı. Melisa koşuyordu. Koşuyordu. Melisa kusmaya başladığında Dario” Korkmak bir tavşan olma. Koş Melisa. Doğum gününde hediye edilen Opera’yı hatırla…”dedi. Melisa ağzını tutuyordu. Artık yavaşlamıştı. Topraktan çıkan örümcekler onu izlerken çığlığı basıyordu. Dario’nun sesi giderek zayıflıyordu. Artık kimsem yok diye düşündüğünde kurt yanında belirdi. “Melisa sorunun nedir?” dedi zevk alırcasına… Melisa kızgın bir ifade ile” Tanrı aşkına sus “ dedi. Melisa ormandan çıkamayacağına emin olana kadar gidecekti. Gözlerinden kan akmaya başladığında ağlayarak bir kadeh istedi. Doldurup içmek içindi. Kutrun deli kahkahaları beynini matkap ile deliyordu. Melisa bağırıyordu “ Daha fazla kusamam tanrım kusarsam beni öldürecek” dedi. Kurt dişlerini bilemeye devam ederek “Örümceklerim pek azgın koşma bırak tadına baksınlar” diyordu. Dario gitti ama elinde sonunda gelecek diye düşünüyordu. Kuşların aralıksız öttüğü bir mağaraya girdi. Koşmaya devam ediyordu. Örümcekler geri dönüyordu. Kurt “ İşler eğlendirici haller alıyor” dedi. Birden ciyaklamalar duyuldu. Kurt geri geri giderek” Duyduğun bu şey senin için geliyor kokunu aldı “ dedi. Ve Melisa’nın ayağına tekme attı. Melisa yere yıkıldı. Poposu acıyordu. O şey Kraliçe örümcekti. Yavaşça geliyordu. Dario bir kılıç fırlattı. Melisa son anda kaptı. Örümceğin gözleri yoktu. Dişlerini sürterek iğrenç sesler çıkartıyordu. Simsiyahtı 8 bacaklı eciş bücüş bir şeydi. Yeşil kulaklarını kaldırdı. Melisa hızla ayağa kalkarak kılıcı indirdi. Kanlar yüzünü oluk, oluk yıkarken bir çığlık attı. Ve yine koşmaya devam etti. Düşündü şimdi ölmek istemem bir kalbi sarmada, onunla sarhoş olmadan… Çobanyıldızı görmüştü. Sarhoş gibi koşuyordu. Yol göründü. Kendini dışarı attığında kanlar içinde yolda bir başınaydı. Birden kafasına dayalı bir silah gördü. Ağlayarak “ En azından denedim diyerek “ bağırdı. Ve silah ateşlendiğinde kafasından akan kanlara 5 saniye baktı ve gözlerini yumdu.

Oyunun Sonu

Hey dur oyun bitmedi. Böyle bitemez dedi. Hayır, melisa yatakta ağlayarak televizyona bakıyordu. Dario Argento dün akşam kafasından vurulmuş halde anayolda bulunmuş. Melisa o benim için öldü diye düşünürken hemşireler ona iğne vuruyordu. Gözleri kapandı.

Ormanlar gerçektir. Eğer tatilinizi orada yapacaksanız, yanınıza bir pusula ve harita getirin… Ve yoldan ayrılmamaya dikkat edin. Melisa’nın yaşadıkları gerçekten İngiltere’de bir kızın başına gelmiştir. Unutma bazı günler ayı yersin… Bazı günler ayı seni yer. Oyun sona ermiştir…



Hayatınızın Anlamı

Hayat, doğumla başlayıp ölümle sona erer. Dünyaya geldiğimizde bembeyaz temiz bir sayfayızdır. Annemizin içinde yaklaşık 36-37 derece sıcaklıktaki rahat yaşantımız, 23-24 derecelik dış dünyaya çıkar çıkmaz birden bire değişir. Üstelik doğumun zorlu ve travmatik bir süreç oluşundan ötürü dünyaya gelmek en sağlıklı doğanlarımız için bile sorunlu bir andır. Diğer bir deyişle, bembeyaz sayfa daha doğar doğmaz hemen kirleniverir, ancak bu daha başlangıçtır, çünkü aslında hayat hiçbir zaman beyaz değildir.

İnsan daha doğar doğmaz, hatta bazılarımız için daha doğmadan önce, sorunlarla karşı karşıya gelir, yaşamda kalabilmek için zorluklarla mücadele etmek zorunda kalır. Bu nedenle; insan, zorlukları aştıkça var olabilen bir varlıktır. Hal böyleyken insanın yaşam denilen oyunda ayakta kalabilmesi için dayanaklara ihtiyacı vardır. Bir insanın hayata sıkı sıkıya sarılıp yaşama devam edebilmesi için en büyük dayanağı kendisi ve hayatına kattığı anlamdır.

download part one mp3

Yaşama geldiğimiz andan başlayarak her daim kendimize bir anlam arayışı içerisine gireriz. İçinde yaşadığımız toplum, bizden önce hayata gelen üyeleri aracılığıyla bize pek çok hazır anlam kalıbı sunar. Pek çoğumuz bu anlam kalıplarını hazır bulmuşken kabul ederiz ve toplumun bize öğrettiği şekilde hayatımıza devam edip gideriz.

Ancak hayat söz konusu olduğunda bir kişi için doğru olan şey bir başka kişi için doğru olmayabilir. Diğer bir deyişle, hayatın herkes için farklı farklı anlamları olabilir, önemli olan kişinin hayatının anlamına kendisinin şekil vermesi ve bu anlamı sahiplenip içselleştirmesidir. Böylece birey en azından kendisine dayatılan anlamları bile kendi kattığı farklılıklar ile şekillendirip kişiselleştirebilir ki, bu da bireyin hayat karşısında daha güçlü dayanaklar edinmesini sağlar.

what does atarax look like

Anlam peşinde koşarken…

Düşünmenizi istiyorum, hayatınızın göğsünüzü gere gere seslendirebileceğiniz bir anlamı var mı? Hayatınızı kendinize amaç edindiğiniz bir hedefe ulaşmak için çabalayarak mı geçiriyorsunuz, yoksa öylesine boş boş yaşayıp gidiyor musunuz? Hayatın anlamının önemi böylesine ortadayken hala kendinize bir anlam yaratmadıysanız, kendinize bir amaç, bir hedef edinmediyseniz bir an öne harekete geçmenizde fayda var.

Ancak dikkatli olmanız gerekiyor; çünkü hayatınıza anlam katayım derken bazı tuzaklara düşme ihtimaliniz çok yüksek. Aşağıdaki altı başlık insanların hayatlarına anlam katma çabaları esnasında sergiledikleri farklı tutumlardan bahsediyor. Anlam arayışı içerisine girip sonu gelmeyen bir deryada boğulup kalmamanız adına her bir başlığı okumanızı ve hayatınıza anlam katayım derken aslında anlamsızlık deryasında boğulmamanızı tavsiye ederim.

You know I dreamed about you? For twenty nine years before I saw you.

Amerikadaki top 30 ilklerim, yeni tecrübelerim, yaşamım ve yalanlarım.

Bu dördü hep el eleydiler çünkü hayatımda

1 - Tenis oynamayı öğrendim. hatta tenis sporuna genel bir ilgi geliştirdim her yönüyle, turnuvaları takip etmekten aktif bir şekilde taraf tutmaya varacak bir yelpazede bir tenis var şu an. federer djokovic'e son rome masters'ta nasıl yenildi bilmiyorum, nadal-djokovic finali heyecan verici değil ki abi.
2 - Ömrümde ilk kez bir xbox 360, psp, ds, gba ve ps3 sahibi oldum, fakat gba ve 360'ım şu an yoklar, birini playntrade'de, birini craigslist'te sattım.
3 - Ömrümde ilk kez bir şey sattım. sonra bir şey daha sattım, parasıyla başka bir şey aldım, sonra başka bir şey sattım, bir şey daha aldım, bir şey daha sattım ve bir şey daha aldım sonra. (veya "amerikanın kullanılmış "entertainment products" endüstrisine nasıl aşık oldum")
4 - Shakespeare-yen ingilizceyi anlayabiliyorum artık. "to sleep, perchance to dream, ay, there's the rub" diyen hamlet'in hastası olabiliyorum rahatlıkla.
5 - Hayatımın filmini burada seyrettim.
6 - ömrümde ilk kez üzerine erimiş yağ dökülmüş patlamış mısırı star wars: clone wars filmine giderken yedim, film kötüydü ama patlamış mısır iyiydi.
7 - hayatımın albümünü burada dinledim.
8 - Ömrümde ilk kez bir laptop sahibi oldum, sadece yazmaya devam edebileyim diye aldım laptop'umu, ismini grace koydum, ben yazdım grace okudu, grace okudukça ben yazdım.
9 - 38 saatlik bir yolculuğa çıktım ve ömrümde ilk kez birinin nefesinde marijuana kokladım, ömrümde ilk kez bir otogarda yattım, aynı yolculukta ömrümde ilk kez öküz gibi yağan karın altında gidecek hiçbir yerim olmadan toplam altı saat boyunca dolaştım.
10 - Ömrümde ilk kez bi evsizle muhabbet kurdum, kafasına kravat bağlamıştı, saçı sakalı uzundu, ama felaket karizmatikti.(HAHAHA)
11 - Saçımı toplamayı öğrendim ve bunu takriben ilk kez saçımı topladım.(Kesmek Anlamında)
12 - Bu hayatta sahip olmayı umamayacağım kadar iyi bir hocam oldu, düşündüm, yazdım ve düşünmeye devam ettim biraz daha.
13 - Aşık oldum.
14 - Bir amerikan futbolu maçını baştan sona seyrettim, fakat tuttuğum takım kaybetti. damn you pittsburgh!
15 - Ömrümde ilk kez cheesecake, enchaladas, burritos, tacos, amerikan usulü üzeri a1 soslu biftek ve bilimum ismini hatırlamadığım meksika yemeği yedim.
16 - Ha tambien, puedo hablar espanol ahora.
17 - Hayatımda ilk kez bir çekle kol kola girip kanka pozu çektirdim, aynı çekle iki gün önce faşizm üzerine çok süper bir tartışma yaşamıştık üstelik.
18 - Gaming club'a üye oldum, diplomacy, battlestar galactica, intrigue, pandemic, last night on earth, betrayal at the house on the hill, bohnanza ve fantasy business gibi zilyon tane sofistike masaüstü oyunu oynadım, hepsinden deli gibi keyif aldım.
19 - Twitter ve facebook'u keşfettim. Sanırım facebook'u türkiyeye dönünce kullanmayacağım.
20 - Senelerdir bitiremediğim max payne 2'yi bitirdim. Ciddiyim felaket gurur duyuyorum bundan.
21 - Hayatımın kitabını burada okudum.
22 - Ömrümde ilk kez, bir evde, tamamen, üç gün boyunca yalnız kaldım. bağıra bağıra şarkı söyledim.
23 - Ömrümde ilk kez duşta dans ettim. Tavsiye ederim, fischerspooner'ın never win'inin benny benassi remixidir yani olay. i don't need to need you.
24 - Türk müziğine karşı olan tüm elitist zırvalarım sündü gitti resmen, kendimi duman, mor ve ötesi, luxus ve hatta müslüm gürses'in cover parçalarını dinlerken buldum. çektin gittin dinlemeden, bana bir şey söylemeden, hobaaa baba hoba.
25 - Ömrümün ilk büyük depresyonunu geçirdim, kimse yoktu yanımda. İyiydi.
26 - Büyüyünce ne olmak istediğime karar verdim. Daha ne kadar büyüyeceğim bilmiyorum, öküz gibiyim lan.
27 - Ama kilo verdim. A1 soslu biftek yedikten sonra bi daha sorun bunu bana hatta.
28 - Şehrimi ne kadar sevdiğime karar verdim, istanbulumu, ortasından yaşam geçen paramparça anrdojenimi özledim.
29 - İngilizcede sayfa sayfa paperlar yazdım ilk defa, türkçe kadar iyi yazamadığımı keşfettim, dilimi sevdim.
30 - ve tanrıya inancımı kaybettim, ilk defa tamamen.

Ne acayip di mi?

Kendimi tanıdım ben sanırım, tamamıyla, sadece.

everybody here is a cloud
we all walk around with a million faces
somebody turn the lights off
there's so much more to see in the darkest place
s

the beat goes round and round...

bir aya yakın olmuş yazmayalı.(bana öyle geliyor) bir ayda birçok şey değişiyor, şarkılar değişiyor çünkü, en çok şarkılar değişiyor, şarkılar değiştikçe ruhlar değişiyor ve ruhlar değiştikçe şarkılar. "soul is the prison of the body" demişti ya hani, o da bambaşka bir gerçeklik tespiti olarak duruyor sağda-solda ("önce sağ adımını at" der hep babannem, ufuk uras'a oy verdi ama en son, torun manipülasyonunun olduğu yerde gül biter neticede). şarkılar değişiyor ama eski şarkılar da hep buralarda aslında, sanki üst üste yığılıyorlar, inşaat molozları, talaşı gibi etrafa saçılıp gözleri, genizleri yakıyorlar. tarih böyle bir şey zaten, akmıyor ama birikiyor. yaşlıların kamburları var ya, işte ondan oluyor.

hastalıklı biçimde dinliyorum şu sıralar, müziğin sesinden kendi sesimi duyamaz oldum diycem ama benzer cümleleri çok fazla kurduğumu düşünüp kendimi tekrar etmekten korkar oldum, korkumdan müziği duyamıyorum (her türlü numara mevcut bizde).

bir ses çıkarmak, bir şekilde ulaşmak, sesimi bir yerlere duyurmak. bunu yapabilmek için bağıra çağıra şarkı söylemek, jigsaw olmak, uçmak, dokunmak, bulutlara, kuşlara, güneşe değil ama ay'a. hep ay'a. en güzel ay'a. beraber düşmek. en dibe. sonra yeniden çıkmak. düşmek. çıkmak. düşmek. çıkmak. düşünde bir ay'la çıktığını ve düştüğünü görmek.

gökkuşağında bu düşüşün ve çıkışın müziğini yapan bir garip radyokafa var.
bir garip radyokafa olmasaydı oturur müzik yapmayı deneyebilirdim, şimdi bağırıp çağırmakla yetiniyorum, bir de loop'a almakla. üstüme yok, lastfm'deki kalpli pijamalarımdan ve bakırköy raporu görünümlü listemden anlayabilmek bedava. ama ayda 2.99 dolar verirseniz hanginizin profilinize baktığımı da özel mesajla söyleyebilirim.

günün sorusu şu:
ay'da bir evim olsaydı, ay'la evlenmiş olur muydum?

bir aydır yazmıyorum.
bir ay'dır,
o.

-ah, radyokafa, ne güzel buralar.
dedi.

-ay'dır o, ay'dır.

kork. sev. seviş.

come on and let it out, sonra da...
önce de olabilir.

(ve ayşeler de yiyebilir. )

Bu Bir Kış gecesi Değil




"yazı yazmak, doğası gereği, yalan söylemekle iç içedir. bu zaten genel olarak kabul gören bir yaklaşımdır. benim daha da ileri götürerek savunmaya çalışacağım duruş, yazma eyleminin yalan söylemek dışında yaratıcı/kurucu/inşa edici herhangi bir vasfı bulunmadığını düşünmemdir. bir yazar, yalancı olmaktan öte hiçbir şey değildir. ve yazar, yalan söylediği sürece, her şeydir. bir kral, bir çöpçü, bir doğrucu, bir yalancı, bir belgeselci, bir kurgucu, bir aptal, bir zeki ve bir yazar'dır. bu kimliklerin hepsine sahip olabilir bir yazar, sadece ve sadece yalan söyleyerek. burada bahsedilen "yalancılık", sadece kurgu türlerinde eser veren yaratıcılar için geçerli değildir. kağıda dökülen her cümle, -türü ne olursa olsun- genetik buluşlar hakkında br makale, kürtajın serbest bırakılmasını savunan feminist bir bildiri ve hatta komünist manifesto, yalan söylemektedir. bunun nedenini marx'ın ve de tüm yazarların ahlaksız olmasında aramak aptallıktır. marx'ın yalancı olmasının nedeni, yazının doğasında saklıdır. bir kalem ve bir kağıt, bir daktilo, bir klavye ya da henüz karşılaşmadığım bir başka teknolojik aygıt, yazı yazan kişiye dünyanın en büyük gücünü verir. bu güç, sınırsız bir güçtür. bu güç, yaratmanın gücüdür ve yaratan insan, hayalgücü ve kullandığı aygıttan aldığı güçle tüm gerçekliği yeniden kurma kudretine sahiptir. burada, yazının paradoksal doğası devreye girer. sınırsız olduğu sanılan yazı yazma gücü, yazarı yalan söylemekle sınırlar. dünyanın, galaksinin, evrenin tüm heterodoks gerçekliğini cümlelere indirgeyen, onlar arasında ortodoks hiyerarşiler kuran, iddia eden -ki evrenin anlaşılmazlığı düşünüldüğünde, iddia etmek en büyük günah olmalıdır-; john'un beyninde aynı anda çalışan binlerce nörondan sadece birkaç yüzünün bir araya gelmesiyle oluşan bir düşünceyi "düşündüğünü" aktaran, aynı anda olan binlerce sevişmeden sadece ahmet'le ayşe'ninkine odaklanan; azaltan, küçülten, çarpıtan, siyah-beyazlaştıran ve bütün bunların farkında olan yazı, yalanların en büyüğüdür."
*****

bu yaz çok fazla deplase oldum. kış geldiğine göre artık ("bir kış gecesi eğer bir yolcu" adında bir blog açtım, normalde bu bile yeterdi kışın gelmesi için ama, bir de hava 20 derecelere düştü. kış geldi), bir döküm yapmak gerek. yaprakları kopmak için birbiriyle yarışan bir not defteriyle, şehirleri ve ülkeleri geçtim. gezdim, gördüm, yazdım. acıdan burkuldum, eğri büğrü oldum, yazdım. okudum, anlamadım, yazdım. okudum, "ben daha iyisini yazarım" dedim, yazdım. yapraklar uçtu, sayfalar dağıldı, cümleler birbirine karıştı. eve döndüğümde, ucu bucağı olmayan kelimeler, başı sonuna bağlanmayan sözler, kafa karışıklıkları ve yarısını kimbilir nerede bıraktığım, mavi bir defter kalmıştı. bütün bunlardan yeni bir anlam yaratabilmek için, bilgisayara aktarmam gerekiyordu yazdıklarımı. normalde erteleyeceğim, ders notlarımın arasında unutacağım, öteleyeceğim bu işi, "bir kış gecesi..." hızlandırdı sanırım.

bunun, birbirine bağlanan birkaç sebebi olabilir. yaz boyu, okuduklarımda ve yazdıklarımda, tek bir temanın etrafında gezindim. ya da şöyle demeli, okuduklarımı ve yazdıklarımı ben hep o tek temayla iliştirdim bir şekilde, belki ve çoğunlukla beceriksizce. "yazı", "yalan" ve "bir benlik inşa etmek" arasında, kelimelerden çizdiğim belli belirsiz bir alanda yaşatmaya çalıştım o temayı. belki de bu yüzden bu blog'un adı "bir kış gecesi eğer bir yolcu", belki de bu yüzden "varolmayan şövalye" tarafından yazılıyor. buraya yazılan yazılar, yazılara yapılan yorumlar, yorumlara verilen cevaplar, link verilen "ötekiler" ve kullanılan resimlere arasında, anlatılamayacak ama bazen hissedilebilecek, kelimelere dökülemeyecek ama okunabilecek bir ilişki var ve bu ilişkide, işte o temayı buluyorum. şöyle formüle edebilir miyiz: bu blogdaki her şey yalan bir benliğin inşasına katkıda bulunuyor, ve bir kış gecesi eğer bir yolcu, çoğunlukla yazılardan oluşuyor.
hayır.
yeterli değil.
unutulmaması gereken şey,

bu bir pipo değil.


*****

"kendimden nefret ettiğim anlar oluyor. kendimden başka hiçbir şey olamadığım anlar. en büyük eserim, ben'in, işlevini kaybettiği, aynı anda zeki, yakışıklı, kültürlü, etkileyici, kıvrak, seksi, yetenekli olamadığım, yalancılığımı bir önceki sahnede unuttuğum, sadece ve sadece kendim olarak kaldığım anlar. hamlet'i tutkuyla oynayan bir oyuncunun, tam da "olmak ya da olmamak" demesi gereken anda, "ben iktidarsızım." demesiyle karşılaştırılabilecek bir gerçeklik kayması, gerçekliğe dönüş, yaratıcılığın sonu..."

Eyy Ahali

“Tırnovada cadılar türedi . Gün battıktan sonra evlere dadanmaya başladı. Zahireye dair un, yağ, bal gibi şeyleri birbirine katar ve bazen içlerine toprak karıştırır. Yüklüklerde bulduğu yastık, yorgan, şilte ve bohçaları didikler, açar, dağıtır insanların üzerine taş, toprak, çanak ve çömlek atar, hiç kimse bir şey göremez. Birkaç kadın ve erkeğin üzerine saldırmış. Bunlar çağırıldı, soruldu: “Üzerimize sanki manda çökmüş sandık“ dediler. Bu yüzden mahalle halkı evlerini başka yana taşımışlardır. Kasaba halkı bunların cadı denilen habis ruhların eseri olduğunda ittifak etti. İslimye kasabasında cadıcılık ile tanınmış Nikola adındaki adam getirildi ve kendisiyle 800 kuruşa pazarlık edildi. Bu adamın elinde resimli bir tahta vardı. Mezarlığa gider, tahtayı parmağının üzerinde çevirir resim hangi mezara bakarsa cadı o mezardaki habis ruh imiş. Büyük bir kalabalıkla mezarlığa gidildi. Resimli tahtayı parmağında çevirmeye başlayınca resim sağlıklarında yeniçeri ocağının kanlı zorbalarından Tekinoğlu Ali Alemdar ile Apti Alemdar denilen iki şakinin mezarına karşı durdu. Mezarlar açıldı. Cesetler yarım misli büyümüş, kılları ve tırnakları da üçer dörder uzamış bulundu. Gözlerini kan bürümüş, gayet korkunç idi. Mezarlıktaki bütün kalabalık bunu gördü. Bu adamlar sağlıklarında her türlü pis çirkin işi yapmış, ırza, namusa, mala saldırmış, adam öldürmüş Yeniçeri ocakları kaldırıldığı zaman her nasılsa yaşlarına bakılarak cellada verilmemiş ecelleri ile ölmüş kişilerdi. Sağlıklarında yaptıkları yetmezmiş gibi şimdi de halka habis ruh olarak tebelleş olmuşlardı. Cadıcı Nikola’nın tanımına göre , bu gibi habis ruhları defetmek için cesetlerin göbeğine birer ağaç kazık çakılır ve yürekleri kaynar su ile haşlanırmış. Ali Alemdar ile Apti Alemdar’ın cesetleri mezardan çıkarıldı. Göbeklerine birer ağaç kazık çakıldı ve yürekleri bir kazan kaynar su ile haşlandı. Fakat hiç tesir etmedi. Cadıcı “bu cesetleri yakmak gerek” dedi. Bu hususda şer’an da izin verildi ve iki yeniçerinin mezardan çıkarılan cesetleri mezarlıkta yakıldı. Çok şükür kasabamız da cadı şerrinden kurtuldu”

Burjuva

Burjuva

Lâpseki son derece kasvetli bir yer. Havası çoğunlukla kapalı gökyüzü hep gri tonunu korumakta. Havası sıkıcı ve boğucu. Çoğunlukla bu bölgede Burjuva aileleri yaşamakta. Kent yaşlanmış insanlar gibi ciddi ve yorulmuş. Yola devam edemeyecekmiş gibi. 7 günün altısı yağmurludur burada hatta yazları bile insanların tüylerini diken diken edici bir soğuya sahiptir. Şu an bile hava gürlüyor. 3 kişilik üzerinde ahtapot desenleri olan ten renkli koyluğumda şimşeğin çakışı kalp atışlarımı hızlandırmakta. Hayatta veda etmeden önce Melisa ile gidip son oyunumuzu oynamalıyız.

Lapseki 1954( Çanakkale’nin bir İlçesi)

Eldivenlerdi taktım. Yok şu bildiğiniz eldivenler beyaz plastik doktorların giydiği eldivenler. Melisa’ya da giymesini söyledim. Fakat o Dario Argento posterleri öpmek ile meşguldü. Çok seviyor benim geyşa ruhlu kankim o yönetmeni. Babasının hayranlığından ötürü o da aşırı derecede Argento hayranı onu Giallo filmine götürmesen herhalde bana küser. Yoksa öldürür mü? Derdim ne benim hep yönetmenlere atıfta bulunuyorum. Artık dışarıdaydık. Yağmur çok şiddetliydi. Yanımızdaki bahçesinde pembe tavukların bulunduğu eve bakıyorduk. Çimenler yeni ekilmiş gibi yemyeşildi. Ev bembeyaz ve 2 katlıydı. Melisa hep böyle huzurlu bir evin içinde yaşlanarak ölmek isterdi. Aslında bende böyle bir ölüm isterim. Fakat burjuva ailelerine acılı ve yavaş ölümleri yakıştırıyorum. Ölümleride soylu olmalı keman eşliğinde mesela. Haha sinirim onlara. 2 aydır onları izliyor sütlü badem banyosu yapmalar masayı ters çevirip oturmalar,götlerine buzlu badem sokmalar( İlginç fikir J)

Melisa evin kapısını hızlı hızlı çaldı. Kapıyı son derece zayıf sarı saçlı,mavi gözlü bir kadın açtı. Parmağına yeni mavi oje sürmüştü. Burnuna sert bir yumruk indirdim. Kanları milyon dolarlık parkeye akıyordu. Boğazından tutarak salona götürdüm. Çocuk baby tv’nin jenerik müziğini dinliyordu. İşte soylu bir ölüm. Kadını koltuğa fırlattım. Dün geceden hazırladığın halatla onu bağlamaya başladım. Melisa mutfağa girdi. Sanki eviymiş gibi bıçağı aldı. Hizmetçi kızın kafasını lavaboya tutarak yapıştırdı. Kanlar saçların arasından yavaşça akıyordu.

Sonra bebeğinin yanına oturdu. Kanlar ayağıma gelmişti. Bravo Melisa bebeğin boğazını kesmişti. Neyse ki müzik çok uzundu. Bebeği oyuncakların arasına sıkıştırdı. Bıçakla kadının boğazını yavaşça keserken, melisa koltuğa uzandı. Bir sigara içiyordu. Elleri kanlar içindeydi. Zaman kaybetmeden yukarı çıktım. Çocuk odasında rock müzik dinliyordu. Kapıyı kırdım. Çocuğun saçları bu yaşta hipi gibiydi. Bıçağı aniden karnına soktum. Duvara fırlattım. Yerde sürünüyordu. 5 Lt kandan sonra nasılsa ölecekti. Oda da vakit kaybetmeden banyoya girdim. Baba yıkanıyordu. Perdeyi araladım. Göğsüne açımadan bıçağı soktum içinde çevirdim. Kanlar kanalizasyona karışıyordu. Küçük sarışın kızları beni gördü. Kaçıyordu onun ellinden tuttun bacağına hızlı bir darbe indirdim. Bacağı kırılmış olmalıydı. Melisa kapıda beni bekliyordu. Kızı kucağıma aldım.

Bir süre sonra orman içinde yürüyüşe başladık. Ağaçlar çok sıktı. Yürümekte zorluk çekiyorduk. Göle ulaşmak üzereydi. Oduncu bize gülerek “Yine mi kız kesiyonuz hadi hayırlısı kasap et istiyor ona da ayırın şerifte size para vericekmiş bilmiyom artık uğrayı verin gayri” dedi. Kız şaşırmıştı. Bu arada gölü yanında onu yere attım. Diz çöktü. Ağlıyordu. Melisa tabancayı çıkardı. Ve ateşledi. Kız gölün sularının arasına karıştı. Sarıldık. Melisa’nın ağzından kan akıyordu. Bıçağı çoktan ona sokmuştum. Şimdi evdeki köle kızlarla yalnız başıma istediğim eğlenceyi yapacaktım. Cebimden Dario Argento resmini çıkarttım onu üstüne attım. Bütün burjuvalardan nefret ederim. Onlar sanki bilirler sokakta yaşamak ne demektir? Peki ya onları neden mi öldürdük? Onlar evin içindeydi...

İndirim(Komik Bir Anı)

http://www.magusa.org/Haber/101104indirim.jpg
Hani şu mallarınızın elinde kaldığı zamanlarda yaptığınız indirimleri ya da market sahiplerinin yaptıklarını biliyor musunuz? Evet konumuz indirim. Fakat başımdan geçenleri anlatarak bir komik anımı paylaşmak istedim. Benim zamanımda mahallenin en sonunda bir giyimci vardı. İnsanlar oranın kalitesine hayrandı fakat mallar son derece el yakıyordu. Bu yüzden insanlar uğramazdı. Para biriktirik mezuniyet gecesi elbisesi almak için oraya girdim. Takım elbiselere bakıyordum. Az sonra yanlış zamanı seçtiğimi anlayacaktım. Camda koskocaman İNDİRİM GÜNÜ yazısı görmemiştim. Bunu farketmem ile kadınların içeri doluşması bir oldu. Aç köpekler gibi indirimli malları alıyorlardı. Giyerim giymem bakmıyorlardı. Hepsi kendinden geçmiştim. Manzara korkunç bir hal aldı. 45 beden bir kadın 80 beden elbise almıştı mesela... Ona teyze bu sana büyük gelir dediğimde ise ben onu daraltırım gibi mantıksız cevaplar aldım. Aralarında sıkışmak cabası hiç hareket etmedim. Ellerim yanlışlık ile mahrem yerlere çarpsa beni tacizci diye oracıkta linç ederlerdi. Bundan sonra buradan kendime ders çıkardım. İndirim olan mağazaların önünden bile geçmiyorum. Geçmem,geçmeyecem,geçirmezsiniz...

Yorumsuz

İstediğim Yöne giderim


Sinirliyim. Artık bıktım. Yok şu yöne gidelim,yok böyle gidelim.Olmaz kardeşim sen bana ne karışıyorsun yaa. İstediğim yöne giderim. Sen beni çekiştireceğine kendi gideeğin yönü seçsene bak bakalım. Karışma bana Allah bana akıl ve fikir vermiş istediğimi yaparım. Sen beni çekiştirme tamam mı? Bir her yerim kopacak o olacak.Dvd markette girerim film alacağım. Hemen tavsiye eder kesinlikle şunu al der. Ya nerden biliyorsun ben aksiyon seviyorum. Belkide korku hayranıyım. Kitapçıya gidersin yine aynı şeyler. Ya belki ben o kitabı okudum ya da yazarı sevmiyorum. Ama yok aynı sınavı kazanırsın yok şunu yaz salak olma. Sana ne kendimi mutlu istediğim yöne giderim. Sen bana akıl vereceğine kendine akıl versene. Ama yok ille çok bilmiş gibi davranacak olur mu? İşte çok yardımseveriz ama insanların özel zevklerinede karışmayın artık. Bir yerde durup düşünmeliyiz. İyi niyetliyiz iyi de bu iyi niyet insanların tepkisini alıyor mu?

Vampir Dediğin Nedir?

Vampir hakkında 1 yıldır araştırma yapıyorum. Ve yanlış anlamsız o kadar çok şey var ki...Filmler,diziler,kitaplar,televizyon programları ve sonunda bilgiler.
Hayaletlerin ve kötü ruhların geniş dünyasında,vampirlerden korkunç,onlar kadar tiksinilen ve nefret edilen,ürükütücü ve büyüleyici cazibiye sahip başka bir figür yoktur. Vampir ne hayalletir ne de kötü ruh fakat ikisininde özellikleri bünyesinde barındırır.(monteque summers)

Eğer bu dünyada kesin bir şey varsa o da vampirlerin var olduğudur.Bunun kanıtları saymakla bitmez;Polis,cerrah raporları,rahip ve yargıç gibi ünlü kişilerin sözleri...Bunun yanı sıra vampirlere kim inanır ki?

Hız-güç-dayanıklılık-soğuk ve beyaz ten-ölümsüzlük ve cazibe.Büyüleyici koku...http://www.kaliteliresimler.com/data/media/1117/vampir.JPG

Ve tabut aslında yalandır. Sadece bir gece uyurlar yani ilk vampir oldukları zaman sonra tabutta gereksinim duymazlar. Kalbine hançer saplanmak edebi eserler yazarların uydurmasından başka bir şey değildir. Kazıkta öyle...Güneşte kül oldukları sadece bir destandır. Çıkarlar ama güneş tenleri elmaz gibi parlattıkları için fark edilirler. İnsan kanı onlara çok tatlı gelir. Fakat sadece hayvcan kanı içerek yaşayabilirler. Ama hayvan kanı çabuk soğuduğu için tercih etmezler. İnsanlar onların ağızlarını sulandırır.

Önsöz

Nasıl öleceğimi hiç düşünmemiştim desem yeridir(aslında son bir kaç ay,bunun için geçerli nedenlerim vardı!)düşünmüş olsaydım bile,böyle olacağını asla tahmin etmezdim.
Soluğumu tutarak,upuzun odanınkarşı tarafına,avcının karanlık gözlerine baktım. O da memnuniyetle bana bakıyordu.
Elbette güzel bir ölüm biçimiydi bu;bir başkasının yerine ölecektim. Sevdiğim birinin yerine. Hatta soylu bir ölümdü.Bir anlam ifade ediyoru.
Forks'a hiç gitmeseydim,ölmeyeceğimi biliyordum. Şu anda ölümle yüzleşmek zorunda kalmayacaktım. Ama ne kadar korks korkayım,kararımdan dolayı pişmanlık duyamıyordum. Hayat sizi beklentilerinizin çok ötesinde bir düş sunduğunda,sona geldiğinizde üzüntü duymanız mantıklı değildir.
Avcı,beni öldürmek için ilerlerken, dostça gülümsedi.

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjM_CUkFXXXmVKqaxPjif8lHZC-a9j3vBcGZnPM0l_VRkoKGvpf3K3yOzhXmlTGzkt2jWGIbiFY9d5oUThT-bghiyykiWCsqTJTyE2seXc5Lss70cjy1x4KJgrZg4Rmcb_NmaCw9MP8VKKx/s400/Twilight_New_Moon.jpg
"Ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme.Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün."
Yaratılış 2:17


Alerji

Dostlarım size yazamıyorum ellerimde eldivenler ilaç sürmüş canım acıyor. Ne oldu diyeceksiniz? Bende çok şaşkın ve kızgınım. Ama kendime kızıyorum. Alerji yüüznden elimde kızarıklıklar çıkmaya başladı. Şimdi 2 adet kremi durmadan sürüyorum. Doktor istediğin kadar sür dedi. bende onu dinliyorum. Hapımıda içtim. Ama ellerim yanıyor. ' gün içinde düzelir dedi. Hiç inanmıyorum ama işşallah dediği gibi olur. Yoksa blogta benim yazılarımda mahrur kalacaksınız. Bu arada filmrazzi.com sitesinden yazarlık teklifi aldım. Yakında beyazperde.mynet.com'a transfer edilirim. Konumuza dönelim alerji oldum. Malum yazamıyorum siz bana destek çıkın. Yorumlarınızı bekliyorum. Ahh aman tanrım. Bulaşık deterjanına alerjim varmış. Kaşıkçı temizlik eşyalarının allah belasını versin. Ne adi mallar yapıyorlar. Yok töbe bir daha asla deterjan kullanmayacağım.

Link: Horror Films of the 80s - A Thrilling Tribute

Brüno


Pop'un Kralını ilaçlar mı öldürdü? Bu arada, Brüno filminden bir M. Jackson sahnesi çıkarıldı!

(27 Haziran 2009) Müzik dünyası en uzaklardaki yıldızını çok genç yaşta kaybetti.

Tüm dünyada medya bu önemli ve gizemli müzisyenin ölümünü ve tabii ilginç yaşamını konuşuyor.

Jackson'ın doktorları konusunda bir belirsizlik olsa da, aşırı dozda aldığı ilaçların ölüme sebebiyet verdiği söyleniyor. Bu arada sanıldığı kadar zengin olmadığı, 500 milyon dolar borç bıraktığı ve daha pek çok şey yazılıyor.

Onun ölümü sinema dünyasında da yankı buldu. Bir yandan ünlüler Jackson'ın ardından açıklama yaparken, Brüno filmindeki bir sahnenin de çıkarıldığı açıklandı.

Söz konusu sahnede Michael ve kardeşleri başta olmak üzere, Jackson ailesi ti'ye alınıyordu.

Bir Kadının Seks Günlüğü

Havalar ısınınca sinemaların karakteri değişir; filmlerin kalitesi düşer. Kışın pek uğramayan erotik filmler ortaya çıkar. Aşırı sansür yiyen Bir kadının seks günlüğünün başarısız olacağını düşünmüştüm. Ben filmi beğenmesem bile seks kelimesinin geçmesi bile tonlarca insanın yazın bu filme akın etmesi engellemeyecektir. Seks sinemasının sanatsal bir amacı yoktur. Sadece gişede para kazanmak isterler. Fakat seks unsuru en iyi korku sineması kullanır. Ama internetin gelmesi ile seks piyasasında hızlı bir düşüş oldu. Artık bunları insanlar evlerinde rahatça izliyorlardı.

Bir kadının Seks günlüğünün başarısız bir yapım olduğunu size bas bas bağırıyorum. Ben gittim izledim. Zamanlarıma yazık oldu. Fakat salon doluydu. Filmi izlerken herkes birbirinden utandı. Ama insanlar nostalji olsun seksi ev perdede izleyelim diyerek bu filmi izleyeceklerdir. Bu filmin en entrasan yanı kadının kaç adamla seks yaptığını saymak oldu. Ben sayılarını unuttum. Giden olursa sayısını yazsın lütfen çok sinir bozucu bir durum...

Mustafa Türkan

Umacılar

Umacılar

Sokak çok karanlık. Düşmekten korkuyorum. Sokakta 2 lambadan başka ışık saçan bir cisimde yok. İnsanları neredeler? Kimse yok mu? Peki ya ses seste mi yok? Bu siyah cübbeli adamlar hala peşimdeler. Neden beni izliyorlar? Tanıdık birileri mi yoksa düşmanlar mı? Bu zamanlardaki anne ve baban bile seni öldürür. En yakınına bile güvenme derdi dedem. Haklı mıydı acaba? Ses yok, ışık yok beni nasıl takip ediyorlar? Durmamalıyım. Biliyorum ya da hissediyorum kötü bir şeyler sıkıntı yapıyorlar. Bana astsal seyahatte görmüştüm. Evet, bunlar o siyah varlıklar bu sefer siyah cübbe giymişler. Soğuk ve sıcakta yok şimdi. Rüzgârın esentisinide hissetmiyorum. Ama hava olmalı hala yaşıyorum. Yoksa öldüm mü? Öldüysem burası da benim cehennemimdir. Ayaklarımın bileklerine sanki bıçak sokuyorlar da kanın akışı canımı acıtıyor gibi. Evlerin hepsi siyah uzaktan seçilmiyor. Benim evim nerde? İnsanlar yoksa… Ama bu sabah insan doluydu her yer belki de ben şu kötü hastalığa tutuldum. Evet, şizofren oldum. Başka açıklaması ne? Yoksa ben uyurken gökyüzü insanlarımı yuttu. Aman tanrım elbette bunlar babamı öldürenler…Nasıl olmuştu?

Yıl 1949

Babama astral seyahat gücümden bahsettiğimde inanmamıştı. Ama ben onları gördüm. Umacıları biliyorum. Onlar âlemimizle aramızda olan kapıyı her zaman yoklarlar. Beni kullanıyorlar. Babam onlar sadece yaramaz çocuklar için gelir dedi. Bir zamanlar ona da gelmiş o söz vermiş bir daha yaramazlık yapamayacağına ama yapmadı mı? O gün sözünde durmadığı anladım. Kapıyı aralamışlar. O iğrenç dişlerini birbirlerine sürtüyorlardı. Babam onları görünce bir şey yapmadı. Ayakları yok olmuştu bile. Bana dönerek “Onlardan kaçamazsın evlat “ demişti. Beni ellemediler. Ama şu an benim için gelmiş olmalılar.

http://www.maviustun.com/images/ensor/1805528942_b079214b47.jpg

2009

Çok yaşlandım. Ama koşmalıyım. Beni izlerken geçtikleri yerleri de yiyorlar. Demek ki kıyamet böyle bir şeymiş. Ayakları çok hızlı hareket ediyor. Melisa’ya söz vermiştim. Onu ziyaret edecektim. Hani çiçek alacaktım ona. Ama yapamadım. Belki de şimdiden bir akşam güneşi oldu. Beyaz meleği gördü. Ve ince bir tül çekilmesiyle kuşa dönüşüp gitti dünyamızdan… Ona itiraf edemeden.

Kaçmalıyım! Geliyorlar anneme göre kesik kafa kurban edersen kaçarlardı. Ama anneme güvenemezdim. Her şeyi abartılarla anlatırdı. Ama efsanelerin gerçekleşmesi mümkün değil miydi? Ne demişti onlar için? Annem bu o da koşuyor benle “ Evlat zamanım az. Beni pür dikkat dinle. Umacılar insan kafası kurbanına seni bağışlar. Anneannen dedeni öyle kurtardı. Heybesindekini vererek. Ama ben hiç yapmadım. Emin olamam. Unutma onlardan kaçamazsın oğlum. Onlar seni bulur. Onlar Umacılar…Kokunu her yerde alırlar. Açlar sonsuzluğu yeseler doymazlar yavrum” diyerek toz olup dağıldı. Beynimin bir oyunumu bunlar. Bilmiyorum çıldıracağım tanrım. Ölmeyi arzulatan şeylerdi umacılar. Beni yerlerse canım acıyacak mıydı? Sırf bunu bilmediğim için koşuyorum. Gözyaşlarım hemen kuruyordu. Neden şimdi? Benim yapacak işlerim var. Ben uslu bir çocuğum. Ninesi yanımda belirmişti şimdide “Hayır uslu bir çocuk değildin. Kız kardeşini boğarak öldüren ben miydim? Sen suçlusun umacılar senin için geldiler. Şimdi hepimiz onlarla yüzüyoruz. Sende bizimle yüzeceksin. Sonra uçacağız umacılarda balon ve şeker çok” dedi. Heybesini gördüm,içinde bir şey vardı. Ağlayarak “ Nine heybendekini ver.Canım acıyacak” dedim. Ayaklarım yok oldu. Ninem yürüyordu. Heybesinden akan kana baka kaldım. Yavaş,yavaş yiyorlardı. Tadımı sevmişlerdi. Canım acıyordu. Çığlık atıyordum. Ama sessim çıkmıyordu. Ağzımdan bir yudum aldılar. Kan akmıyordu. Gülüyordum,balonları ve şekerleri vardı. Yüzüyorduk. Sizde yaramaz çocuklarsanız sizinde tadınıza bakacaklar. Çünkü biz onların ağızlarının sularını akıtıyoruz.. Çünkü onlar Umacılar. Ben gördüm. Sizde göreceksiniz onlarda şeker ve balon var. Sonra yüzeceğiz. Hepimiz yüzeceğiz. Sanki kurtulabilirmişiz gibi sanki kaçabilirmişiz gibi…

Mustafa Türkan

Kimim ben?


Hasan kardeşim kendi tanıtan bir yazı yaz deyince bende hemen yazayım dedim. Bu arada ilk olarak belirtmek istediğim bir şey var. Korkunun ahlaka aykırı olmadığını anlatmak istiyorum. Çünkü çoğu insan korkuya ahlaka aykırı gibi bakıyorlar. Ve öcü görmüş gibi tersliyor. Bunlar sadisttir diyorlar. Lütfen bana bu yorumlarla gelmeyin.

Ben Kim miyim?

Ben Kimim?

Adım:Mustafa

Soyadım:Türkan

Ben…. Ben kimim.Yaşayan bir beden….Yaşamaya çalışan bir can….Kimim ben??.. İnsanoğlunun yaratıldığı altı günden birinde yaratılmış,bu bedene verilmiş bir ruh….Kimim ben??….

Hayatımda değişmeyen tek şey yazmak oldu.Şiir yazmak,öykü yazmak,roman yazmak.Yaşadıklarımı,yaşananları,öfkeleri,sevgileri,isyanları dile getirmek kalemle.

Cinsiyet Erkek, Aslan Parçası

Kan Grubu 0 Rh (-)

Medeni Hali Bekar

Burcum Balık

Özelliklerim: İnsanlar ile ilgili herşey beni ilgi alanımdır. Klasik,rock müziklerden hoşlanırım. TArihin gizemli dünyası her zaman beni içeri çeken bir deniz gibidir. Konuşmaktan çok düşünmeyi daha çok severim. Ama son derece sıcaklıyımdır. Kendi hakkımı sonuna kadar korurum. Sinemaya ilgim 7 yaşında başladı. Ve en sevdiğim türün korku olduğunu kısa zamanda anladım. Ve şimdi inanılmaz derece korku severim. En sevdiğim yazar Stephen king,en sevdiğim yönetmen ise Alexandra Ajadır. Ama dario argneto hayranıyımdır. Korku alt türü olarak gore,splatter ve istismar sinaması ilgimi çeker. En sevdiğim korku karakteri ghost face’dir.

Ve en sevdiğim kitap Twiligh “Alacakaranlık”tır. Eh beni tanımanız için satırlar yetmez ama kızasaca kendimi tanıttım.

Sanal Alemde Kullandığım Nickler: Semum13,vforvendetta,stephenking,semum666

Multiplayer Oyun Geçmişi: Bir zamanlar semum13 nicki ile Halo ve Counter Strike ile uğraştım. S4 lig de semum5 ile bir süre ilgilendikten sonra knıght onl,ne,metin 2,İstanbul kıyamet vaktinde takıldım.

Sinema zevkim Hakkında az bilgi verdim. Ama tam bir Quettin Tarantino Hayranıyımdır. Türk filmleri arasında ayrım yapmamaya özen gösteririm.

Televizyon: Televizyon izlemeyi severim ancak af görün kü yerli dizilerden arka sıradakiler ve unutma beniden başka dizi izlemem. Yabancı diziler olarak ise;

Two and a Half Men, According to Jim, Lost, Simpsons, Seinfeld, Married With Children, Las Vegas, CSI:NY, How I Met Your Mother, Sopranos, Rome,Dexter,south park,Famiky guy…

Müzik Zevkim: Sıkı bir Rock ve Metal müzik hayranıyım. Ama bu aralar Slow’da dinliyorum.

İçecekler:Tam bir kola manyağıyım. Ayranlarıda çok severim. Marka vermek istemiyorum. Reklam olur belki…

Yiyecek: Seçim yapmak istemem ama pilav ve taze fasulye özellikle tercihimdir.

Ruh Halim: Huzurlu

Hayattan Beklentilerim Hayatımı öncelikle huzurlu bir biçimde geçirmek istiyorum. Bunun içinde hem ruhi, hem de maddi olarak belirli bir refaha ulaşmanın gerekli olduğuna inanıyorum. Maddi olarak rahat ve lüks yaşayabileceğim kadar para kazanma beklentim vardır… Ev, araba, lüks tüketim… Ruhi olarak da huzur verecek bir yaşam birlikteliği beklentisi içindeyim ömrümün sonuna kadar.

Birinde Aradağım Özellikler Beni etkilemeli, muhabbeti sıkmamalı, konuşurken zorla dinlememeliyim, güzel bir görünüş ve güzel bir espri anlayışı olmalı. Beni özel hissettirmeli. Zekası ile zekamı hırpalamalı, şaşırtmalı, uğraştırmalı….

Favori Korku Filmlerim: Teksas Katliamı,Sınırda,Çığlık,İçerde,It,Halloween,The Thıng,Hostel,Evil Dead,Cannıbal Holoust,Sodom’un 120 Günü,Suspiria,28 gün Sonra

Sevdiği Korku Türü: Gore,Okült,Yapı bozuculuk,Vampir,Yamyam,Aile Korkusu,pisikolojik Gerilim

Favori Film Karakteri: Michael Myeser,Leatface,Ghost Face,Jack Torance.

Favori Yönetmenler: Stephen King,Michael Haneke,Eli Roth,Dario Argento,Aleksandra Aja,Queetin Tarantino,Robrt Rodrigez,Clive Baker.

Favori Aktör: JAck Nicholsan,Katyh Bates,Asia Argento,

Favori Replik: Ooo Sorun nedir Georgie? Balon istiyorsun değil mi?

Mustafa Türkan

Kimim ben….Yalnız bir adam?….Düşmüş bir mahkum?…..Kayıp bir ruh?….Arayışlar içinde bir kul?…..Kimim ben.

Michael D-E-A-D

O bir pop ikonu, o bir efsane, o bir yıldız... ama en uzaktaki yıldız, o çok bilinmeyenli bir denklem! Pop'un Kralı Michael Jackson hayata veda etti.Ne kadar sevmediğim biride olsa sitede haberini yapmam lazımdı. Allah rahmet eylesin.

Dünyada Albümleri çok satsada,milyonlara sahip olsa da,milyonlarca hayranı olsa bile o bir insandı. Onun da bir gün öteki dünyaya göçmesi gerekecekti. Aklımızda siyahi ve terbiyeli bir insan olarak kalması dileğiyle...Yaptığı bütün yanlışları unutmalı son kezde olsa "iyi" bilirdik demek boynumuzun borcudur.

Alice bekletmeden Gel

Bana mustafa sineyorumu bırak bloggerda açın dediklerinde bedava sitemdeki sayfalarıma bakarak ve da ettim. Zor olmuştu. İlk göz ağrımıı bırakmak ama bıraktım. Artık her konuda buraya yazacağım duyun sesimi.

Şimdi konumuza gelenlim. Konumuz malum Alice harikalar diyarı...
Tim Burton, dünya edebiyatının en ünlü eserlerinden "Alice Harikalar Diyarı'nda" yı (Alice in Wonderland) sinemaya uyarlıyor. Film için Tim Burton ile Johnny Depp yine bir arada.

Tim Burton'un yönetmenliğini üstlendiği, dünya edebiyatının en önemli eserlerinden Alice Harikalar Diyarı'nda filminin çekimlerine, 2008 Mayıs ayında başlandı. Filmin gösterim tarihi olarak, 2010 yılı öngörülüyor.

Lewis Carroll'un kitabını, Linda Woolverton senaryoya uyarladı. Carroll'ın şimdiye kadar pek çok kez sahnelenen ve televizyona uyarlanan eseri, ilk kez beyazperdeye taşınmış oldu.

Filmde, Alice rolünde 18 yaşındaki Avustralyalı Mia Wasikowska, 'çılgın şapkacı' The Mad Hatter rolünde ise Johnny Depp rol alıyor. Anne Hathaway filmde Ak Kraliçe'yi, Helena Bonham Carter ise kötü kalpli Kızıl Kraliçe'yi canlandırıyor.

Filmde Alan Rickman, Michael Sheen, Crispin Glover ve Christopher Lee gibi ünlü isimler de yer alıyor.Görsel açıdan son derece bizi tatmin edecek gibi görülen film çok sağlan artık beklemekteyiz. Çabuk gel Alice...









Tema seçmek...

Öff çok sıkılıyorum son günlerde. Bir blog açıyorsun çok ilgilenmen lazım değil fakat bir tema seçmelisin. Yok sıkıcı olmayacak,bayıcı olmayacak ve gözü yormayacak...Bence bunları hiç dikkatte almayın. Bir blog açtınız. Adını koydunuz. Şablonu seçtiniz. Hazır temaların olduğu bir siteye girin. Hadi bende girdim. Vay be çokta varmış. Hepside güzel. İnce elek sık dokumak lazım. Ama hepsini deneyecek zaman da yok. Hemde sıkıcı oluyor. O zaman sizi en iyi anlatan temayı bulun. Ziyaretçiyi düşünmeden alın uygulayın. Amatörce olursa da olsun. Önemli olan bu blog sizinse sizi anlatması değil midir?
http://www.google.com/help/hc/images/docs_69070b_en.gif
Ama blogta önemli olan her zaman yazılardır. İçten olursanız ziyaretçiler temaya bakmazlar onun içindeki içtenliğe,düşüncelere ve anlam arayışını isterler ve takipçiniz olurlar. Demek ki herşey temayla şablonla olmaz. Takmayın kafanıza...İl lede güzel olsun diyorsanız en iyi 5 tane seçin arkadaşlarınıza sorun hangisini tercih ederlerse onu kullanın. Addiyosss!

Melisa'nın Sessizliği

Melisa'nın Sessizliği

Adam eski ahşap masasının üzerindeki daktilosunda hızlı bir şekilde yazısına devam ediyordu. Aslında bu eve taşınmasının sebebide buydu. Küçük bir ev olmasına rağmen ormana yakınlığı adamı kafasını dağıttıyordu. Hem yaban domuzu avından da son derece zevk alıyordu.
Adamın gözleri keskinleşti. Pisikolojisi bozuk seri katiller gibi bakıyordu. Alnındaki terler gün ışığına gelince parlıyordu. Heyecanlı bir sahne olmalıydı. Adamın daktilo ile dansı devam ederken karısı yavaşça yanına geldi.Ve bardaktaki kolayı ses çıkarmadan masaya bıraktı.Kadının ten rengi çok soluktu. Saçları bakımsız ve dağınıktı. Çok sayıda kepek uzaktan bakınca bile görünüyordu. Dişlerinden bir kaçı eksikti. Adamın yazdığına bakıyordu. Adam yazmaya devam ederek" Bütün gün orada durup beni mi izleyeceksin" dedi. Kadın istifini bozmadan "pardon hayatım. Ama günlerdir yazıyorsun. Daha adını bile bilmiyorum."dedi. Adam zora ki bir gülümeseme ile "Kitabın adı melisa'nın sessizliği kızımda keşke sessiz olsaydı. Ama ağlamaktan susmuyor velet."
"Biliyorum hayatım.Ben gideyim bu arada seni seviyorum"
Kadın koridora girdi. Uzun bir koridordu. Koridorun sonundaki odaya girdi. Pembe bir odaydı. Ama karanlıktı. Küçük bir kız bebği vardı. Çok tatlı ve güzeldi. Masallardaki peri kızları gibi. Kadın başını okşadı. Kulağına birşeyler fısıldadı. Kadın geldiği gibi geri geri odadan çıktı. Koridorda yürümeye devam ederken adam sonsuz bir döngüde takılmış aynı şeyleri yazıyordu. "Melisa Ölmeli,Melisa ölmeli..."

http://medeniyetmektebi.org/mm/images/medeniyet/Sessizlik_0.jpg
Kadının yüzünde artık şeytani bir gülümseme vardı. Masada bıraktığı unlu merdaneyi eline almıştı. Kocasına hadş işi bitirelim dercesine bakış attı. Sanki aralarında bir psijik iletişim vardı. İçlerinden geçirdiği şeylerle konuşuyorlardı birbirleri ile. Adam masanın altına sakladığı satırı çekti. Yeni çetilmiş olmalıydı. Gümüş gibi parlıyordu. Birden kol kola girdiler. Bu sefer o uzun koridoru beraber yürüyordular. Kapıyı açtılar. Bebek uyuyordu. Baba onu yanağından öptü. Kadın10 kere ardı ardına merdaneyi indirdi. Her seferinde ucu daha fazla kanlanıyordu. Kadın merdanenin ucundan damlayan kandan bir yudum aldı. Adam kızın kolunu çekti. Satırı bir kez indirdi. Kol elinde kalmıştı. Zaman kaybetmeden yere attı. Ve yine kol kola girdiler. Onları bekleyen uzun bir koridor vardı artık. Salona ulaştıklarında silahları ellerindeydi. Adam gramofonu çalıştırdı. Alta gracia My love şarkısı çalışıyordu yani harikuladem,aşkım.
Silahlarını bırakmadan vals yapmaya başladılar. Deli gibi dönüyorlar kahkahalar attıyorlardı. Kadın onu boynuna eğildi. öpücük kondurdu. Sıra adamdaydı,adam boynuna eğildi. Ve dişlerini geçirdi. Kadına acı hissetmiyordu "Aşkım daha fazla çocuk yapalım.Başka romanlar yazmalısın para kazanmalıyız. Bak çocukların adlarınıda hazırladım.Mustafa,yasin,can,murat,ömer birininde wherearethevelvets olsun." dedi.
Adam bu sefer daha sıkı ısırıyorduç Kadının sesi kısıldı. Ve bir acı çığlık...

Yüzmek Biçiminde Kaydet

bu masayı, sandalyeyi, odada dolanan ve giderek ağırlaşan havayı, saçlarımı birarada tutan tokayı, aklımla fikrimi birbirinden ayıran sesleri bir kutuya doldurup denize bıraksam, arkalarından bakarken bir şeyleri değiştirmiş hisseder miyim? Nereden başlamalı...

Halbuki bir kutunun içindeyim. Masam ve sandalyem, etrafımdaki hava, kafamdaki toka ve aklım ve fikrim ve onlara kasteden sesler tarafından paketlenmiş durumdayım. Belki de bir denizin ortası burası, bilmiyorum, göremiyorum ki..

Her şeyde bir çatlak var, ışık da içeri oradan sızar demiş cohen kişisi. Kendini bir kutunun içinde hissederken, bu cümleyi terkarlayıp durmak belki de takınabileceğin en serinkanlı tavır. düşünmek değil, kaybetmeyi kabullenmek ya da nefesini idareli kullanmak değil, kutuyu tekmelemek de değil, sadece gözlerinle ve cümlenin içindeki ritimle ışığı bulmak var. Oradan dışarı sızmak, kendini paramparça ederek, yeni bir kabuğa girdiğini farkedene kadar özgür olmak var. Vardır herhalde.


Yazmıyordum bloga, farkındayım. yazmayı düşünmediğim bir zamanın içinde dolanıyorum çünkü. Çemberler çizerken ve o çemberleri daha önce burada bir yerde bazı satırlara anlatmışken bir daha yazmak, aynı çemberi bir de şu sözcüklerle çizmenin bıktıran hazzını duymak istemiyordum. Tıkanıp kalmamalı yazı, eskinin kötü bir kopyası gibi hissettirmemeli. belki de daha çok yaşamak lâzım. Ve daha az üşenmek.

Okumak istiyorum. Denizdeki kutumun içinde içeri sızan ışığı belki de bunun için kullansam daha iyi hissedicem. ben biraz inzivaya çekileyim, daha kalabalık bir yaşam bulayım kendimde.. Sonra da insanlar.

Ne yağdı ama!

2 saattir yağmur yağışı yüzünden elektrikler kesildi. Size yazı bile yazamayacak duruma geldim. Yağmurlar çok yağardı. Fakat böylesini ilk kez gördüm. Neyse ki daha yeter be diye bağırmamla elektrikler geri geldi. Evet şu an yağmur yağmıyor fakat hala gök gürlüyor ne kadar gıcık bir şey olduğunu sizde bilirsiniz. İnsan sinir olur bu sese bazen ise korkar. Korkacak yaşı geçtiğime göre sinir oldum ben...Ama suların sesini dinlemek onların akşını izlemekte başka zevktir iyi bilirim. Hele altına geçip sucuğum çıkana kadar ıslanması yok mudur? Ne güzeldir yağmurun altında. Fakat bu sefer dışarı çıkmadım. Çünkü yağmur tanrının cezasını gibi yerleri parçalarcasına dövüyordu. Yine de saçımı ıslattım pencereden bakarak yağmura. Sonra hani gök kuşağı açar ya bu yüzden severim yağmuru aslında. Sonra çimenleri mis gibi kokutur. Ve şu an havalar çok sıcakken soğudu birden haziranda yazğmur görmekte zordur. Kendimi şanslı hissediyorum. Yağsın nimettir sonra düşünüyorumda ya su olmasaydı. Şu an rahattım ama torunlarımıza bir çöl kalacağı için üzülüyorum. Allah onlara yardım etsin ne diyeyim?
http://www.kaanfakili.com.tr/wp-content/uploads/2008/03/yagmur.jpg

Sensiz Kalamam

Rüzgarın sesi anlatır seni bana.

Sabahın sessizliği, kimseler yok koca dünya ortasında sen kalmışsın ne gidecek yerin var nede duyabilecek birisi. Çaba gostermek istersin olmayacağını bildigi için yorulmak istemezsin düşüncelere kapılırsın saatlerce seni en güzel anlatan saatlerin korkusu sarar bir anda bir kıpırtı hissedersin, hayatın varlığını yasanacakların duygularını getirir sana aynı heycanı bedeninin olmadık yerlerinde hissedersin bu rüzgarın sesidir. Seni bana anlatacak olan bu rüzgar bana yeniden doğmayı, yeniden herseye baslamayı öğretecek olan rüzgardır. Anlatıp geçti seni bana, rüzgarları bılırsın cabuk ve ürkütücüdür etrafına ne bıraktıgını anlamazsın oda oyle gitti, bana bıraktıgı şeylerde aradım seni belki bir ipucu belki yeni bir bekleyiş

Ve sonunda buldum Bana anlatmak istedigi şeyin sırrı senin kalbinin sesiymiş cabuk geçmesine rağmen en önemli yeri atlamadan bana bırakıp gitmiş dinledim saatlerce varlığını hissettim, yaşadım ve gelmeni bekled, kocaman dünyanın sessiz kalan kısmında sende varmışsın sessizliği paylaşırken simdi sensizliği paylasıyorum onunla diyorum bu sefer sesi ile kendisinide getir özlüyorum. Bu zamana kadar getirdiğin sesinde ruhunu hissettim, bir sonraki getirdigin kokusunda bedenini hissettim, bana bu sefer kendini getir kendimin ben olduğunu hissedeyim. Beni birkez daha hayata bağlayacak herseyi ile yeni bir dünya kuracak olan sensin.

Bu kadar sessizlikte sensiz bırakma beni....